2023 yılının en önemli seçimleri olarak görülen Türkiye Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 28 Mayıs’ta yapılan ikinci tur oylamasıyla beraber sonuçlandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, üçüncü kez cumhurbaşkanlığı makamına otururken Türkiye’nin yeni dönemde nasıl bir dış politika izleyeceği birçok güç odağı için en kritik soru haline geldi. Erdoğan, haziran başında açıkladığı yeni kabinesiyle son üç yılda takip ettiği politikalardan değil ama söylemlerden vazgeçebileceğinin şimdilik sinyalini verdi. Bu yazıda inceleyeceğim yeni Türk hükümetinin dış politikası, kabinede yapılan değişikliklerden bağımsız olmamakla beraber 2002’den beri olduğu üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hakimiyeti içerisindedir. Önümüzdeki dönemde Türk dış politikasının ne ölçüde kurumsal kimliğine döneceğini veya bakanların ne ölçüde özerk hareket edebileceği şu aşamada muallaktır. Yazıda yapacağım analizler de bu belirsizliğin bilincinde olarak aktarılacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki 67. Türkiye Hükümeti’nin dış politikasına geçmeden önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’den bu yana izlediği dış politikayı özetlemeyi yararlı görüyorum.
Yeni Hükümetin Dış Politikası
Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002’de iktidara gelmesinden bu yana muhtelif diplomatik yol haritalarını takip etti. İktidarının ilk dönemi olarak adlandırabilecek 2000-2009 yıllarında uluslararası ve iç siyasi koşulların da etkisiyle AKP, dış politikada Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği hedefleyen, hegemon güç ABD ile uyum içerisinde olmaya çalışan bir görünüm yaratmıştır. Bunlar olurken kendisinden önceki koalisyon döneminin dışişleri bakanı olan İsmail Cem’in yaratmaya çalıştığı çok yönlü dış politikayı uygulamaya koyabilmiştir. Bu bağlamda Orta Doğu, Afrika ve Uzak Asya ülkeleriyle ilişkiler geliştirilmiştir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Milli Görüş hareketi içerisinden gelmeleri sebebi ile dış politika yapımında devletin kurumsal yapılarıyla zıtlaşmış ve bu bağlamda siyasi anlamda “muktedir” olana kadar ideolojik bir dış politika izleyememiştir. AKP’nin ilerleyen yıllarda siyasi gücünü arttırmasıyla beraber Uluslararası İlişkiler Profesörü Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik (2001) kitabında doktrinize ettiği dış politika analizleri, kendine yer bulmaya başlamıştır. Davutoğlu, Başbakan Başmüşavirliği ve Büyükelçilik sıfatıyla dış politika danışmanlığı yapmış ve Türk dış politikasına birçok terim katmıştır. Bunlardan en öne çıkanı “komşularla sıfır sorun” olmuş ve bu eksende yumuşak güce dayalı bir diplomatik anlayışı 2011 yılına kadar belli bir başarı seviyesinde uygulamaya koymuştur. Bu politikaların temelinde, 2001’den bu yana ciddi bir şekilde kendini gösteren ve AKP iktidarında hızlanarak devam eden neoliberal yeniden yapılanmanın etkisi çok önemlidir. Turgut Özal dönemine benzer bir şekilde AKP, ekonomik karşılıklı bağımlılık ilkesinden hareketle komşu ülkelerle ticaret hacmini genişletmiş ve kısmen sorunsuz bir dönem geçirmiştir. Türkiye çok aktif, yer yer ise proaktif bir dış politikayı hayata geçirmiştir. Özellikle Suriye-İsrail örneğinde olduğu gibi kolaylaştırıcı hatta arabulucu bir rol üstlenmiştir. Bu dönemde özellikle dış politika yapımında tarihsel bir ağırlığı olan Ordu, tedrici olarak ağırlığını yitirmiştir. AB reformları çerçevesinde sivilleşen Milli Güvenlik Kurulu’nda yapılan yasal değişikliklerin bu hususta payı büyük olmuştur.

AKP dış politikası 2009 yılından itibaren hızla değişime uğradı. İsrail ve Ermenistan ile ilişkilerin gerilmesi ile başlayan sıfır sorun politikasının çöküşü, 2011 yılında başlayan Arap Baharı ile yerini güvenlikçi bir anlayışa bıraktı. Bu dönemde AKP içeride siyasi konsolidasyonu sağlarken büyüyen ekonominin de etkisiyle daha ideolojik, iddiali ve inisiyatif alan bir dış politikaya geçiş yapma olanağını yakaladı. Bunda AB ile kötüleşen ilişkiler, ABD’nin Orta Doğu’da yarattığı güç boşluğu, AKP’ye yakın yeni sermayenin
istekleri gibi birçok faktör etkili oldu. Özellikle “merkez ülke” tanımının öne çıktığı bu dönemde geleneksel ulus-devlet odaklı dış politikadan medeniyet odaklı yeni bir neo-Osmanlıcı dış politikaya geçiş gerçekleşti. Bu dış politika perspektifinin incelenmesi ayrı bir yazının konusu olacağından özetle devam etmek daha doğru olacaktır. 2009 yılında Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olarak atanmasıyla dış politika yapımında başat aktör haline geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yazının başında da belirtildiği üzere Erdoğan dış politika yapımında her dönemde en etkili figür olmakla beraber 2009-2014 arasında odağını iç siyasete kaydıracaktır. Türkiye, özellikle Arap Baharı’yla beraber bu dönemde yüzünü iyice Orta Doğu’ya çevirecek ve kendini “düzen kurucu” olarak adlandıracaktır.
Ankara, 2013 yılından itibaren dış politikasında sayısız problemle uğraştığı bir döneme giriş yapmıştır. Türkiye’nin Arap Baharı’nda birçok ülkede taraf olması sayısız sorunun kaynağı olmuştur. Özellikle Türkiye’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da desteklediği siyasal İslamcı hareketlerin yenilmesi ve Batılı müttefiklerin Suriye’de önceliği Esad’ın devrilmesinden IŞİD’in yenilmesine vermesiyle Türk dış politikasında “değerli yalnızlık” dönemi başladı. Türkiye, aynı dönemde Rusya ile uçak düşürülmesi hadisesi dolayısıyla tarihinin en kötü dönemine girdi. Ek olarak, terörün içeride ve dışarıda hızla artması dış politikada bazı değişiklikleri elzem kıldı. Türkiye’nin içine girdiği krizler sarmalı, Davutoğlu’nun kenara itilmesine ve muhafazakar hegemonyanın idealize ettiği neo-Osmanlıcılık’ın bir kenara bırakılmasına yol açtı. Dönemin sonuna doğru Türkiye daha milli çıkar odaklı bir dış politikaya geçiş yaptı. Türk dış politikasındaki Osmanlıcı anlayış, pratik ve düşünsel olarak normatifliğini güvenlik odaklı bir anlayışa terk etmenin ilk sinyallerini dönemin sonuna doğru verdi. Dönem boyunca Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında birçok zıtlaşma yaşandı. Erdoğan, bir önceki döneme göre dış politikada ağırlığını arttırdığı bu dönemde, Davutoğlu’nu açıktan sıklıkla eleştirdi. Özellikle 2016 sonrası İsrail ile normalleşmede ve AB ile yürütülen mülteci pazarlığında ayrışmalar net bir şekilde görüldü. Davutoğlu’nun 2016’da Başbakanlıktan istifa etmesi ile birlikte Parti içerisinde rakipsiz kalan Erdoğan dış politika yapımında da tüm gücü elinde topladı.
Son olarak başkanlık sistemine geçilmesiyle başlayan ve günümüze uzanan dış politikayı kısaca özetlemekte fayda var. Özellikle 15 Temmuz’la beraber Batı
karşıtlığını merkeze alan hayli popülist bir dış politika dönemi başladı. Bu dönemde Türkiye için Suriye dış politikanın merkezine yerleşirken ABD ile olan ilişkiler hızla geriledi. Bölgesinde güvensiz hisseden Ankara, Moskova ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladı. Türkiye uğradığı çeşitli terör saldırılarıyla hem Rusya ile daha çok yakınlaştı hem de dış politikadaki realist dönüşünü pekiştirdi. 2016 sonrası Türkiye’de kendini gösteren milli güvenlik rejimi, otoriterleşmenin de etkisiyle Batı ile ilişkilerde değer odaklı yapısını pragmatik ve jeopolitik anlayışa bıraktı.
Türk dış politikasında ayyuka çıkan sert güç pratiği; Türkiye’nin Libya’da, Suriye’de, Doğu Akdeniz’de ve Karabağ’da ofansif pozisyona geçmesiyle meşrulaşmıştır. Ne var ki, ekonominin gittikçe kötüleşmesi, bölgede yaşanılan yalnızlık ve Türkiye’nin askeri kapasitesini aşan inisiyatifleri, Ankara’yı 2021’den itibaren farklı bir politika izlemeye itmiştir. 2021 yılından itibaren bölgede sert güçten ziyade diplomasiyi öne çıkaran bir anlayışa geçiş yapan Türkiye, Doğu Akdeniz’de faaliyetlerine ara verirken Suriye’de Rusya ve İran ile müzakereleri hızlandırmıştır. 15 Temmuz’dan beri ilişkilerin soğuk olduğu Körfez Ülkeleri ile normalleşme başlamış, İsrail ve Mısır’a büyükelçiler yeniden atanmıştır. Yeni Türk hükümetinin dış politikasına geçmeden önce şunu söylemek yerinde olacaktır ki AKP, 21 yıldır iktidarda olması ve çok değişken bir dış politika izlemesi sebebiyle bütünsel olarak incelenmesi zor bir siyasi harekettir. Bu sebep ile burada özet detaylı değildir ve daha derin bir incelemeye muhtaçtır.

Yeni Kabinenin İncelemesi
Yeni Türk hükümetinin dış politikasını doğru tahlil edebilmek için kabinedeki değişimi yorumlamak gerekiyor. Öncelikle, haziran başı kurulan 67. Türkiye Hükümeti’nde Sağlık Bakanı ve Kültür ve Turizm Bakanı hariç tüm bakanların değiştirilmesi çok önemli hadiselerdir. Kabine değişiklikleri her zaman yeni bir imaj yaratmak için ideal başlangıcı sağlayabilir. Türkiye’nin 2021’den beri bölgede içine girdiği diplomasiyi öne koyan görece daha az çatışmacı dış politika anlayışını tam olarak uygulayabilmesi için bu değişikliğe ihtiyacı vardı. Elbette yeni kabinenin dış politikasını incelerken bakılacak ilk noktanın dışişleri bakanlığındaki değişim olduğu aşikar. Mevlüt Çavuşoğlu, 2014’ten beri dışişleri bakanı olarak görev yapıyordu. Kendisi, AKP’nin özellikle 2015’te başlayan ve 15 Temmuz’dan sonra zirveye ulaşan Batı-karşıtı popülist söylemlerinin merkezindeydi. Ayrıca kendisi “değerli yalnızlık” döneminin de dışişleri bakanıydı. Bunlardan mütevellit, bu makamın değişikliğini diplomatik normalleşmenin devamı konusunda istekli olmak olarak yorumlayabiliriz. Elbette bu yeni dönemin ne kadar isteğe bağlı ne kadar zorunluluktan ötürü olduğunu daha sonra tartışacağız. Mevlüt Çavuşoğlu yerine atanan Hakan Fidan ise Türkiye’nin ismini çok yakından bildiği bir isim. Fidan, TİKA (Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) başkanlığı, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Yönetim Kurulu üyeliği ve MİT Müsteşarlığı gibi dış politika yapımını doğrudan etkileyen görevlerde bulundu. Dışişleri Bakanlığındaki diğer bir önemli değişim AB Başkanı olan Faruk Kaymakçı’nın Brüksel’e atanarak yerine Mehmet Kemal Bozay’ın getirilmesi.
Şüphesiz seçimden sonra ekonomi en önemli gündem maddesi haline geldi. Yeni hükümet için birinci öncelik cari açığın finanse edilebilmesi oldu. Bu kabinedeki değişikliklerde de kendini gösterdi. Tek bir Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması ve onun da iktisat kökenli olması buna kanıt olarak sunulabilir. Kabinede Hakan Fidan kadar hatta daha fazla konuşulan bir isim de Mehmet Şimşek oldu. Daha önce ekonominin başında olduğu dönemde uyguladığı klasik neoliberal politikalarla bir istikrar yakalayan ve uluslararası piyasalara güven verme kabiliyeti olduğu düşünülen Şimşek, ekonominin başına atandı. Mehmet Şimşek geldiği ilk andan itibaren rasyonel ve ortodoks politikalara geri dönüşün olacağını açıkladı ve bu bağlamda 22 Haziran’da yapılan toplantıda ilk faiz artırımı gerçekleşti. Merkez Bankası’nın başına Hafize Gaye Erkan, Hazine ve Maliye’nin başına Mehmet Şimşek’in atanması önümüzdeki dönemde dış politikaya da önemli ölçüde yansıyacak. MİT’in başına Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen İbrahim Kalın’ın ve Milli Savunma Bakanlığına Yaşar Güler’in gelmesi de MİT, Ordu ve Dışişlerinin yakın ve koordineli çalışacağının sinyali olarak okunabilir. Ne var ki bu tarz hassas kurumlara bürokratik gelenekten ziyade dışarıdan yapılan siyasi atamalar, Cumhurbaşkanının otoritesini ve güvenliğini tesis etme yöntemi olarak başarılı olsa da o kurumun kurumsal kültürüne uzun vadede ciddi zararlar verebilir. Son olarak, kabinenin ilk bakışta daha teknokrat ağırlıklı, bir nevi “müsteşarlar kabinesi” olduğunu söyleyebiliriz. Kabineyi bu şekilde kısaca inceledikten sonra dışişlerinde önümüzdeki dönemde fazlaca ismini duyacağımız Hakan Fidan’ı mercek altına almak yerinde olacaktır.

Hakan Fidan Faktörü
Haziran başı açıklanan yeni kabinede Mehmet Şimşek’ten sonra en çok tartışılan isim Hakan Fidan oldu. Eski bir asker olan Fidan, hem düşünsel hem pratik anlamda dış politikayı iyi bilen bir isim. MİT Müsteşarı olmadan önce içeride TİKA Başkanlığından Başbakanlık Müsteşarlığına; Uluslararası Atom Enerjisi Kurumundan Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Enstitüsüne kadar birçok önemli diplomatik görevde bulundu. Bu kadar pratik deneyimin yanında muhtelif akademik çalışmalarda bulunması ve “Bilgi Çağında Diplomasi: Antlaşmaların Doğrulanmasında Enformasyon Teknolojilerinin
Kullanımı” teziyle doktorasını tamamlaması kendisini şüphesiz kıymetlendiriyor. Fidan, Başbakanlık ve MİT Müsteşarlığı dönemlerinde Oslo’da PKK ile yapılan görüşmelerde gündeme gelmişti. Kendisi ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda “şerpa” (özel temsilci) olarak görev yapmış ve İran ile olan müzakereleri yürütmüştü. Erdoğan’ın “sır küpü” olarak adlandırdığı Fidan, MİT’in başına geldiğinde iki tane hayati görev yürütmüştü. Bir tanesi Kürt sorununun çözümü için PKK ile yapılan müzakerelerdi. Diğeri ise içeride daha da netleşen kırılmalar ekseninde Gülen yapılanması ile mücadeleydi. Fidan, özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında FETÖ olarak adlandırılan yapının geldiği boyutu öngörememesi öne sürülerek sıklıkla eleştirilmişti. 2015’te Davutoğlu ile Erdoğan arasında da sürtüşmeye sebep olan Fidan, Davutoğlu tarafından milletvekili yapılmak istenmiş fakat Erdoğan’ın karşı çıkması sonucu MİT’teki görevine devam etmişti. 2015’te bu süreç ile başlayan ve 15 Temmuz sonrası artarak devam eden güvenlikçi dış politika dönemi, Fidan ile MİT’te de kendini bulmuştur. Fidan’ın bu “ikinci dönemi”nde MİT, yakın coğrafyada istihbarat kapasitesini arttırırken özellikle Suriye ve Irak’ta çokça faaliyette bulundu. Aynı dönemde Fidan’ın Erdoğan’ın tüm yurt dışı gezilerinde yer alarak tıpkı bir diplomat gibi hareket ettiğine de şahit olduk. Çavuşoğlu ve Akar ile çok yakın çalışan Fidan, kısa süre içerisinde dış politikada karar alma mekanizmasının bir parçası haline dönüştü. Fidan, MİT’in bölge ülkelerinde etkinliğini arttırmasının bir sonucu da olarak 2021 sonrası normalleşme döneminde çok kritik bir role büründü. Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Suriye gibi Türkiye’nin arasının çok gergin olduğu ülkelerle normalleşme tohumları Fidan ve MİT üzerinden atıldı.
Hakan Fidan’ın özgeçmişi, önümüzdeki dönemde izleyeceği politikalar hakkında bize fikir vermektedir. Kendisinin tohumlarını attığı bölgesel normalleşme politikalarının bu dönemde ilerleyerek devam edeceğini öngörmek yanlış olmaz. Halihazırda çok yakın bir zamanda Türkiye ve Mısır yeniden karşılıklı büyükelçilerini atadılar. Bunu da birkaç yıl önce tohumları atılmış sürecin bir üst-düzey sonucu olarak yorumlayabiliriz. Ne var ki, AKP dış politikasında özetlendiği gibi- kısa bir istisna dönemi hariç- karar alma mekanizmasında son söz Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. Bu sebeple bakanların ne derece özerk olacağı bir tartışma konusu. İplerin Erdoğan’da olması demek politikaların ve hatta bakanların hızlıca yerinin değiştirebileceği anlamına geliyor. Özellikle Erdoğan’ın uzun süre karşı çıktığı faiz meselesindeki artışa nereye kadar tahammül edebileceği ve bunun yerel seçimlere kadar kısa süreli olup olmayacağı tartışmaya değer. Bilhassa ekonominin dış politikayla bu dönemde koordineli gidebileceğinin ilk göstergesi Mehmet Şimşek’in yurt dışı ziyaretleriyle ortaya çıkmaya başladı. Ekonomide en önemli öncelik olan cari açığın finansmanı krizini Erdoğan çeşitli Körfez Ülkeleri ve Rusya’nın yardımlarıyla erteleyebilmişti. Yeni dönem başlarken bu yapısal sorunla mücadele etmek için Türkiye’nin daha kalıcı çözümlere ihtiyacı var. Bu bağlamda, Şimşek ve Yılmaz, seçimin üzerinden yaklaşık bir ay geçmemişken Abu Dabi’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Önümüzdeki dönemde bu ziyaretlerin artmasını beklemek yanlış olmayacaktır.
Hakan Fidan ve Türk dış politikasına muhtemel etkileri üzerine yazılacak daha çok şey var. Bunları bölge incelemeleri yaparken daha net irdeleyeceğim. Son olarak Hakan Fidan’ın önümüzdeki dönemde kesintisiz bir dışişleri bakanlığı yürüteceğini düşünüyorum. Yerel seçimlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul’u geri kazanmak için yoğun bir mesai harcayacağını, bu süreçte de Fidan’ın dış politikada daha etkili bir karar alıcı haline gelmesi mümkün. Bunu düşünmemdeki bir faktör de Erdoğan’ın AKP kurulduğundan beri Fidan’a verdiği özel önem. Onu daha genç yaşında çok önemli görevlere getiren Erdoğan’ın, dış politika gibi hassas bir meseleyi kendisine teslim etmesi de tesadüf değil. Kısaca, Erdoğan Fidan’a çok fazla güveniyor ve bu durum yeni dışişleri bakanına özerk bir alan yaratabilir. Hakan Fidan ve biraz da Mehmet Şimşek etkisinden bahsettikten sonra Türk dış politikasının bölge bölge nasıl olabileceğini incelemeye geçebilirim.

ABD/NATO ile İlişkiler
Önümüzdeki dönemde Türk dış politikasında birçok başlık öne çıkacak. Ekonominin düzeltilmesi ve Suriye’de bir siyasi çözüm arayışı bu başlıklardan sadece ikisi. Suriye ve ekonomi meselesi uzun süre gündemde kalacak gibi gözükse de Türk dış politikasını bekleyen kısa vadeli kararlar var. Bunlardan en kritiği 11-12 Temmuz’da Vilnius’ta gerçekleşecek NATO zirvesi. Rusya-Ukrayna Savaşı başladığından bu yana tartışılan NATO genişlemesinin son ayağı olan İsveç’in adaylığı, zirveye giderken en önemli mesele olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye 3 Nisan’da Finlandiya’nın üyeliğine vetoyu kaldırmış ve gözler Türkiye’deki seçimlere çevrilmişti. Seçimlerin bitmesiyle beraber Ankara’nın başta ABD tarafından gelen baskılara ne ölçüde direnebileceği tartışma konusuydu. Şimdi ise Zirve’ye birkaç gün kala İsveç’in üyeliği neredeyse imkansız hale geldi. Zira üyeliğin önce Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanması gerek. Bu da demek oluyor ki İsveç’in üyeliği 2024’e kalmış olabilir. Türkiye’nin NATO genişlemesine tavrı ise birkaç boyutlu. Öncelikle Ankara gerçekten İsveç’teki PKK faaliyetlerinden ve İsveç’in PYD’ye olan desteğinden rahatsızdı. Bu endişeler 28 Haziran 2022’de imzalanmış üçlü muhtıra ile bir nebze giderilmiş olsa dahi Türkiye somut çıktılar görmek istiyordu. İsveç, Finlandiya ve Türkiye arasında oluşturulan “Daimi Ortak Mekanizma” bunu garanti altına almak için kurulmuştu. Ankara’nın bu endişelerinde haklı olduğu taraflar var. Benzeri bir hata 1980 yılında Türkiye’nin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne vetosunu kaldırmasıyla yaşanmış, Rogers Planı’nın öngördüğü sözlü taahhütler gerçekleşmemişti. O dönem ciddi bir stratejik kayıp yaşayan Türk hariciyesi bunu kurumsal hafızasında mutlaka tutuyordur.
Meselenin ikinci boyutu ise ABD ile olan F-16 pazarlığı. Her ne kadar bu satışın pazarlığındaki tek muhatap Beyaz Saray olmasa da Türkiye için bu meselenin İsveç’teki PKK faaliyetlerinden daha önemli olduğu görüşündeyim. Aynı bağlamda ABD’nin uzun süredir Suriye’nin kuzeyinde YPG ve PYD’ye verdiği destek Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli gerginlik meselesi. Türkiye eğer Vilnius’taki zirveye kadar İsveç’in üyeliğini onaylamaz ise el yükselttiğini ve üyeliği farklı pazarlıklar için kullanacağı yorumunda bulunabiliriz. Türkiye’nin bu konularda ne elde edebileceği ise biraz tartışmalı. Dışarıdan doğrudan yatırıma ihtiyaç duyan Ankara’nın önümüzdeki dönemde finansman için Batı’ya dönmesi gerekecek zira Türkiye’nin Batı ile ciddi bir ekonomik entegrasyonu var. 2023’ün ilk çeyreğinde Türkiye’ye giren doğrudan yabancı yatırımlara bakıldığında da bunu görmek mümkün. Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımlarda ilk beş ülkenin hepsi Avrupa ülkesi.
Çeşitli krizlerle sarsılan Türk-Amerikan ilişkileri esasen 2021 yılından bu yana daha istikrarlı yürüyor. İbrahim Kalın ve Mevlüt Çavuşoğlu, Amerikalı meslektaşlarıyla düzenli telefon görüşmeleri gerçekleştirmiş ve ilişkilerde en azından düzenli bir diyalog hattı kurulabilmişti. İlişkilerde yeni dönemde de İbrahim Kalın’n MİT Başkanlığına atanması ve Fidan’ın Dışişleri Bakanı olmasıyla bu diyalog hattı devam edecek gibi duruyor. Ne var ki bu durum, ikili ilişkilerdeki meselelerin çözüleceği anlamında gelmiyor. Özellikle Fidan’ın, Vaşington’un YPG desteğine karşı tutumunu yumuşatacağı beklenmemeli. F-16 meselesinde ise önümüzdeki dönemde bir çözüm gerçekleşebilir gibi duruyor. Türkiye ve ABD’nin iş birliğini arttıracağı noktaların da olması muhtemel. Bu noktalardan biri de Balkanlar. 90’lardan beri Balkanlar’da uyumlu bir siyasi çizgide hareket eden iki müttefik, Kosova’da da birlikte çalışıyor. KFOR Harekâtı kapsamında Kosova’da bulunan NATO gücüne, Türkiye bir komanda taburu daha yollamayı yakın zamanda kabul etti. Buna ek olarak, ekim ayında bizzat oradaki NATO gücünün komutasını alabileceği de tartışılıyor. Hep birlikte değerlendirildiğinde yeni dönemde Türk dış politikasının NATO çizgisinden daha çok kaymayacağı söylenebilir zira Türkiye’nin NATO ve ABD ile daha koordineli olması başka alanlarda Ankara’nın elini rahatlatabilir.

Avrupa Birliği ile İlişkiler
2004 yılında katılım müzakerelerinin başlamasından bu yana Türkiye-AB ilişkileri inişli-çıkışlı şekilde seyretti. 2010’larda AB üyelik sürecinin resmi olmasa da fiilen rafa kalkması ile Türkiye’nin AB uyum süreci durma noktasına geldi. Kötü giden ilişkiler 2016 yılındaki 18 Mart mutabakatı- veya kamuoyunda bilinen adıyla mülteci anlaşması- ile bir nebze iş birliği alanı yakalamışsa da Türkiye’deki hızlı demokratik gerileme ve AB’deki yükselen popülist sağ ilişkilerin daha da gelişmesine ket vurdu. 2021’de pozitif gündem adı altında başlayan kısa süreli iyimserlik ise herhangi bir şekilde somutlaşmış değil. Türkiye’deki seçimlerden önce AB tarafının beklenenden sessiz kaldığını vurgulamak lazım. Bunda birkaç sebep öne çıkıyor. Öncelikle AB’nin Rusya-Ukrayna Savaşı başladığından bu yana, yıllarca üstünde çok durduğu normatif güç olma meselesini bir kenara bıraktığı ve dış politikayı daha realist eksende değerlendirdiği göze çarpıyor. Bu bağlamda Türkiye’nin artık ne kadar demokratik ya da ne kadar bir hukuk devleti olduğunun değeri AB nezdinde iyice azalmış durumda. O kadar ki birçok uzmanın da belirttiği üzere AB, seçimlerden önce bildiği bir Erdoğan’ı bilmediği bir Kılıçdaroğlu’na tercih edebilirdi. Bunda iki husus göze çarpıyor: Birinci olarak AB’nin ajandasında en üst sırada olan mülteciler meselesi. Seçimlerden önce Millet İttifakı’nda dile getirilen “göç anlaşması”nın revize edilme ihtimali, Avrupalıları telaşa sürükledi. Bu anlamda göç konusunda halihazırda anlaşma sağladıkları Erdoğan yönetimi daha tercih edilebilirdi. İkinci bağlam ise olası bir Erdoğan yenilgisi durumunda Türkiye’nin yeniden demokratikleşme ve AB uyum sürecini başlatma ihtimali, halihazırda yükselen sağ ile uğraşan liberal-demokratik sistemin tercih edeceği bir durum değildi. AB değerlerinden uzak, materyal kazançlara dayalı bir ikili ilişki, şu konjonktürde AB’nin de yeni Türk hükümetinin de daha çok işine yarayacak gibi duruyor.
Avrupa Birliği, 2022’den beri genişleme sürecini savaşın da ittirmesiyle tekrar başlattı. Yeni genişleme dalgası, Batı Balkanlar ile Doğu Ortaklığı’nı (Gürcistan, Moldova ve Ukrayna) merkeze alırken bu genişleme dinamiğinde Türkiye’ye yer verilmedi.
Yeni Türk hükümetinin AB adaylığı veyahut AB muktesabatına uyum konusunda adımlar atmayacağına şu aşamada kesin gözle bakabiliriz. Ne var ki ilişkilerde bazı noktalarda iş birliği gerekiyor. Avrupa Birliği sığınmacı meselesinde gittikçe sert ve insani değerlerden uzak bir politika izliyor. Bu bağlamda geri kabul anlaşmasının devamlılığı AB tarafı için çok önemli. Türk tarafı ise içinde bulunduğu ekonomik durum sebebiyle AB tarafından gelecek doğrudan yatırımlara önümüzdeki dönemde muhakkak ihtiyaç duyacak. Birçok ekonomistin de aktardığı üzere Mehmet Şimşek ismi biraz da bu açıdan önem arz ediyor. Önümüzdeki dönemde yeni kabinenin sığınmacılar konusunda AB ile pazarlığa oturmasını beklemiyorum. Yine de iç siyasette yükselen sığınmacı karşıtı popülizm AKP’nin elini dönem dönem zorlaştırabilir. Burada AKP’nin Şam ile Rusya ve İran aracılığı ile normalleşerek alternatif bir çözüm arayabileceğini ekleyebiliriz. AB ile ilişkilerdeki diğer bir önemli başlık vize problemi. Öğrencisinden sanatçısına; iş adamından gazetecisine herkesi olumsuz etkileyen bu durumun AB ile ilişkilerde en acil sorun olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda yeni hükümet bu konuda gerekli adımları atmak mecburiyetinde kalacaktır. Diğer bir mesela olan Gümrük Birliği modernizasyonu ise bir süre daha beklemek durumunda kalabilir. Özellikle Orta Doğu ve Rusya üzerine daha uzman olduğunu bildiğimiz Hakan Fidan’ın, AB konusunda nasıl bir yol haritası izleyeceğini öngörmek güç. Fakat ilişkilerdeki yapısal problemlerin çözülmesinin bu dönemde gerçekleşmeyeceğini bekleyebiliriz.
Rusya ile İlişkiler
Rusya, Ankara’nın son dönemde ilişkilerini en çok geliştirdiği ülke olarak göze çarpıyor. Bu minvalde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim galibiyetine en çok sevinmiş liderlerden biri Putin dersek hatalı olmayız. Erdoğan-Putin ilişkisi altın çağını yaşıyor ve bunun sonucu olarak ikili ilişkiler liderler bazında yürütülüyor. Türkiye’nin özellikle 15 Temmuz’dan bu yana Batı’yla daha mesafeli bir ilişki içine girmesi, hatta çeşitli krizler yaşaması, Türkiye’yi Rusya’ya yakınlaştırdı. Elbette Moskova-Ankara hattı birçok cephede net olarak zıt konumdalar. Suriye, Libya, Karabağ gibi birçok coğrafyada zıtlaşılmasına rağmen Rus dış politikası her politikayı ayrı ele alıyor, yani ikili ilişkilerdeki meselelerin hepsi Rusya tarafından “kompartimante” ediliyor. Örnek olarak, Libya’da açık bir şekilde farklı tarafları izleyen iki ülke Akkuyu konusunda ilerleme kaydedebiliyor.

Özellikle ikili ilişkilerin gelişmesine sıklıkla liberal teorik bir bakış açısı getiriliyor. Bu teori, iki liderin otoriter olması sebebiyle kimliksel ve değersel olarak yakınlaştıkları şeklinde bir yorum getiriyor. Aynı yorum, Aliyev-Erdoğan-Putin üçlüsü içinde sıklıkla kullanılıyor. Kimlikler ve değerler uluslararası ilişkilerde bazı politik sonuçları açıklamak için kullanılabilse de benim kanaatim bu yakınlaşmanın sermaye birikim modellerinin iki ülkede aynı modeli izlemesinden kaynaklandığı yönünde. Bu rekabetçi-otoriter kapitalist modelin bir sonuç olarak otoriter liderler yarattığı da tartışılabilir.
Türk-Rus ikili ilişkilerinde birçok önemli başlık bulunuyor. Rusya için Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini nasıl düzenleyeceği, Ukrayna Savaşı’ndaki tutumu, enerji ve yatırım iş birliği gibi konular öne çıkarken; Türk tarafında ise Şam ile normalleşme, denge siyasetinin korunması, enerji merkezi olmak gibi başlıklar bulunuyor. Türkiye’nin savaşın başından bu yana izlediği kolaylaştırıcılık ve arabuluculuk rolü, Türkiye’nin hem Batı nezdinde elini hem de uluslararası alanda prestijini arttırdı. Türkiye’nin farklı dönemlerde de bu rolü üstlendiğini biliyoruz. Bir “Orta Büyüklükte Devlet” (OBD) olmanın getirdiği avantajlardan biri olan bu arabuluculuk rolünü Ankara şu ana kadar kullanabildi. Bu rol, Tahıl Koridoru Antlaşması’na kadar ilerledi ki bu antlaşmanın işe yararlığı konusunda ciddi şüpheler var. Yine de bu antlaşmanın Türkiye’nin prestijini arttırdığı ve olumlu bir girişim olduğu bir gerçek. Bu antlaşmanın uzatılıp uzatılmayacağı şu anda belirsiz. Türkiye anlaşmanın uzatılmasını isterken Rusya öne sürdüğü şartların yerine getirilmediğini iddia ediyor. Ne var ki savaşın bir döneminde yer bulan diplomatik çözüm arayışları şu anda durmuş gözüküyor. Sıcak çatışmanın devam ettiği noktada Türkiye’nin arabuluculuk yapması mümkün olmayacaktır. Ayrıca izlenilen başarılı denge siyasetinin savaşın gidişatına göre nereye evrileceğini de öngörmek güç.
Bunun haricinde ikili ilişkilerdeki ekonomik bağımlılığın Rusya lehine geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santrali gibi ciddi bir stratejik yatırım içerisine giren Rusya, seçim öncesi Erdoğan’ın elini rahatlatmak için de doğalgaz ödemelerini ertelemişti. Bunun yanında seçimden önce Putin’in, Rusya Türkiye’de bir doğal gaz merkezi kurabilir açıklaması, Türk tarafının uzun bir süredir istekli olduğu bir konu. Zira Türkiye, kendi ülkesinden geçen boru hatları üzerinden üçüncü ülkelere ihracat gerçekleştiremiyor. Bunların yanında elbette Moskova’nın da Ankara’ya önümüzdeki dönemde çok ihtiyacı olacak. Rusya’nın Batı yaptırımları sonucu oluşan izolasyonu yumuşatabilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı var. En basit örnek olarak, Avrupa’ya uçuşlarda birçok Rus vatandaşının Türk Hava Yollarını kullanması örnek gösterilebilir.
Son olarak daha önce belirtildiği gibi yeni hükümetin en önemli önceliklerinden birisi Suriye olarak öne çıkıyor. Bu minvalde, Suriye’nin kuzeyinde Rusya ile anlaşmazlıklar diplomasi yoluyla giderilmeye çalışılırken Şam ile Moskova arabuluculuğunda görüşmeler önümüzdeki dönemde de sürebilir. Tabii ki bu görüşmelerde İran’ın takınacağı tavır, ABD’nin YPG’ye desteği ve bu 4’lü görüşmelere bakışı, Arap Ligi’ne dönen Suriye’nin üzerinde artacak Suudi Arabistan etkisi gibi başlıkların nereye seyredebileceğini izlemek gerekiyor.

Orta Doğu ile İlişkiler
Yeni Türk hükümetinin Orta Doğu’da izleyebileceği muhtemel politikaları anlamaya çalışmadan önce bölgedeki değişimleri iyi okuyabilmek gerekiyor. Orta Doğu, 2010 yılında Arap Baharı’ndan itibaren kelimenin tam anlamıyla bir kaosa sürüklenmişti. Ne var ki bu kanlı dönem son birkaç yıldır yerini bölgesel bir barışa bıraktı. İsrail bölgede ilk kez Arap ülkeleriyle normalleşirken Suriye’de Arap Ligi’ne döndü. Çin bölgede diplomatik anlamda kendini göstermeye başladı ve Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk görevi üstlendi. Hem bölgesel dinamikler hem de kendi iç dinamikleri dolayısıyla Ankara’nın da bu bölgeselleşen barışın içine girmemesi beklenemezdi. Bu model ile uyumlu olarak Ankara birkaç yıldır Orta Doğu’da samimi bir normalleşme çabasına girişti. Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı kullanılan dil yumuşatılırken Kaşıkçı davası Suudi Arabistan’a teslim edildi. Mısır ve İsrail ile karşılıklı büyükelçiler yeniden atandı. Sonuçları somut çıktılar halinde kendini henüz göstermese de Şam ile de üst düzey görüşmeler gerçekleşti. Daha önce vurguladığım gibi bu normalleşmelerin arkasında olan dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, önümüzdeki dönemde de dışişleri bakanı sıfatıyla ilişkilerin geliştirilmesinde rol oynayacağı kesin. Daha önce Fidan’ın MİT Müsteşarı olmasına İsrail tarafından gelen tepkileri düşününce İsrail-Türkiye ilişkilerinin nasıl olacağı bir soru işareti olabilir. Gerek Doğu Akdeniz’de enerji iş birliği gerek ise ABD’deki yahudi lobisinin desteğini almak isteyen Ankara’nın İsrail ile ilişkilerde duygusallığı bir kenara bırakacağını düşünüyorum. Mehmet Şimşek’in seçimden bir ay kadar sonra BAE’ye gitmesi, bu yazının yazıldığı tarihte de Katar’a gidiyor olması Türkiye’nin sıcak para ihtiyacının bir politika önceliği olduğuna işaret ediyor.
Kafkaslar ile İlişkiler
2020 yılının belki de en önemli olaylarından biri yaşanan İkinci Karabağ Savaşı’ydı. Bu savaşta Türkiye’nin desteği ve Rusya’nın sessizliğini avantajına çeviren Azerbaycan, işgal altında bulunan 6 rayonunu geri alırken Karabağ’ında Şuşa dahil önemli bir kısmını elde etti. Türkiye’nin Azerbaycan’a verdiği güçlü destek sonucu iki ülke, ikili ilişkilerin tarihinde görülmemiş derecede yakınlaştı. Bunun yanında bölgede uzun bir süre sonra istikrarın bir barış antlaşmasıyla sağlanma ihtimali Türkiye için birçok potansiyeli barındırıyor. Özellikle Güney Kafkasya’da bir barış durumunda Çin’i Avrupa’ya bağlayan Orta Koridor’un gelişmesi ve Hazar gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılması Türkiye için gerçek öneme sahip konular.
Özellikle savaştan bu yana Türkiye-Ermenistan normalleşmesi de ilk kez gerçek anlamda somut çıktılar vermeye hazır duruyor. Daha önce defalarca denenen fakat Azerbaycan faktörü sebebiyle gelişemeyen ilişkiler, Bakü’nün işgal altındaki rayonları kurtarması ve Zengezur Koridoru’nun açılma ihtimaliyle önündeki en önemli engellerden kurtulacak gibi gözüküyor. Özellikle Paşinyan’ın iktidarda olması Türkiye-Ermenistan normalleşmesi için ciddi bir avantaj. Türkiye’de yaşanan deprem sonrası sınırın 35 yıl sonra, insani yardım için açılmasını ve Erivan’ın deprem sırasındaki tutumunu bir samimiyet göstergesi olarak değerlendirmek mümkün. Erdoğan ve Paşinyan’ın da iyi bir iletişimi olduğu gözükmektedir ki Erdoğan’ın yemin töreninde hem Paşinyan hem de Aliyev’in mevcut olması bunu kanıtlar nitelikte. Burada dikkat edilmesi gerekilen nokta Ermenistan ile normalleşmenin Azerbaycan dışlanmadan yapılmasıdır ki Ankara daha önceki girişimlerinde bu hatayı yaptı.
Güney Kafkasya’da bir barış ortamı olma ihtimali uzun bir süre sonra ilk kez bu kadar fazla. Bu, bölgedeki tüm ülkeler için ciddi bir fırsat fakat barış antlaşması yapılmadan bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Buradaki gözlemim Ermenistan’ın barış antlaşması işini uzatarak zaman kazanması ve Türkiye’yle normalleşme konusunda acele etmesidir. Ne var ki Türkiye, bu konuda acele etmeyecektir zira tek başına Ermenistan ile sınırın açılması gibi faktörlerin Türkiye için önemi azdır.
Göreve başlayan yeni kabinenin 2020 yılında başlayan tutumu bırakacağını beklemiyorum. Erdoğan, Aliyev ile olan çok yakın ilişkilerini sürdürecek ve diplomasi liderler odağında devam edecektir. Bunun yanında Erdoğan’ın Paşinyan ile olan diyaloğu bir avantajdır ve Türkiye, Güney Kafkasya’daki barış sürecinde fazlasıyla aktif bir diplomasi izleyebilir. Son olarak, Rusya’nın arka bahçesi olmasından ötürü Güney Kafkasya’da Rusya’nın onayı olmadan bir barış mümkün değildir. Ukrayna ile meşgul olan Rusya’nın önümüzdeki dönemde bir kalıcı barışa nasıl bakacağı ise önümüzdeki dönemde takip edilmelidir.
Genel Değerlendirme
Türkiye, bir OBD olarak global ve bölgesel gelişmelerden bağımsız bir dış politika kurgulayamaz. Gücünün sınırlarını bilen, ayakları yere basan bir dış politikanın uygulanmamasının sonuçları Türkiye gibi ülkeler için bölgesel gücünü yitirmesiyle sonuçlanabilir. İzlenen yanlış dış politikadan son dönemde dönülmesi bunun fark edilmesiyle olmuş ve aşındırılan dış politika karar alma mekanizmalarına kısmen özerklik tanınmasıyla kısa sürede bazı işler yoluna girmiştir. Bunun en açık örneği,
Ukrayna-Rusya arasındaki başarılı denge siyasetinin arkasındaki Dışişleri Bakanlığıdır. Ne var ki, Türkiye’nin askeri gücü bir yana ekonomik olarak kırılgan olması önümüzdeki dönemde Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikedir. İç siyasetteki etkili figürlerin daha önce olduğu gibi dış politikayı kurgularken iç siyaseti düşünmeleri de ayrı bir tehlike arz etmektedir. Bu “ulusal çıkar” tanımlamasının kısa vadeli siyasi kazanımlar amacıyla revize edilmesiyle kendini gösterebilir ve dışarıda ciddi kayıplara yol açabilir/açmıştır.
Türkiye, son dönemde girdiği ekonomik gücünü aşmayacak politikalara devam edecek ve önümüzdeki hükümet döneminde diplomasiyi öne çıkaracaktır. Özellikle Türkiye’nin çatışmaya en çok girdiği Orta Doğu’daki yeni konjonktür bunu teşvik edecek niteliktedir. Bölgede normalleşme hızla sürecek ve karşılıklı materyal kazançlar öne çıkarılacaktır. Elbette Ankara bu dönemde de kırmızı çizgisi olarak tanımladığı noktalarda, bilhassa Suriye’de ve Irak’ta terörle mücadeleye devam edecektir.
Bahsettiğim üzere 67. Türkiye Hükümeti’nin yeni kadroları yeni bir dış politika imajı oluşturma anlamında yararlı olabilecektir. Türkiye daha uzlaşmacı, daha uyumlu ve daha dengeli bir siyaset izleme imkanına kabil olabilir. Fakat burada unutulmamalıdır ki son söz hala Cumhurbaşkanı Erdoğan’dadır. Türkiye yeri geldiğinde yine sertleşebilir, fevrileşebilir ve içerideki değişiklikleri dışarıya yansıtabilir. Bu açıdan Erdoğan’ın seçimden bu yana sürdürdüğü daha uzlaşmacı iç ve dış politikanın- mesela yerel seçimlerin sonuçlarına göre- hızla değişebileceği vurgulanmalıdır. Başta da belirttiğim üzere yeni hükümetin dış politikası ancak bu muallaklık bilinci kavranarak incelenebilir. Bu sebep ile dış politikayı, iç siyasi gelişmeler ışığında günbegün takip etmek gerekmektedir.