Filistin Sorunu: Dünü, Bu Günü, Belirsiz Geleceği. Dünya üzerinde bir anda hatırlayamayacağımız çok sayıda ve bir nefeste sayamayacağımız kadar çok yerde çatışmalar devam ediyor ve umursamazca kan akıtılıyor. Aslında dünyanın kendisi başla başına bir güvenlik sorunu haline gelmiş durumda. Bu çatışma yerleri veya sorunlu yerler arasında adı en sık duyulan ve çatışmaların terörde dönüştüğü en önemli yerlerin başında Ortadoğu geliyor. İsim ve tanım olarak İngiliz isimlendirmesine sahip olan Ortadoğu aslında Türkiye’ye şah damarı kadar yakın bir bölge ve Türkiye’nin beka ve dış siyasetinde gerek bölgenin jeopolitik önemi ve gerekse tarihsel bağlar nedeniyle önemli bir yere sahip. Ortadoğu’yu bir kan gölüne benzetirsek bu gölün en koyu ve en derin yeri şüphesiz ki Filistin.
Ancak Türkiye’de öğrenmeden, araştırmadan, merak etmeden ahkâm kesmenin ve değiştirilemez derecede fikir sahibi olmanın yanında fanatik derecede taraf olmanın olağan hale geldiği bir dönemde konuyu tarihsel geçmişten alıp günümüze getirmek sorunun temelinin kavranmasında faydalı olacaktır. Winston Chirchill’in dediği gibi ne kadar ileriyi görmek istiyorsak tarihte o kadar geriye bakılmalıdır.
Filistin’in Coğrafi Konumu ve Tarihsel Geçmişi
Filistin adını M.Ö. 12. Yüzyılda kavimler göçü ile bölgeye yerleşen Filistler’den almaktadır. Coğrafi olarak doğuda Akdeniz, batıda Şeria Nehri ve Lut Gölü, kuzeyde Suriye, güneyde Mısır ile çevrili olan bölge Filistin olarak isimlendirilmektedir. Bu sınırlar içinde de Filistin toprakları coğrafî bakımdan Akdeniz kıyı şeridi, kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin bulunduğu ortadaki yayla bölümü ve en doğuda da Şeria vadisi olmak üzere üç parçaya ayrılır. Bu üç parçalı coğrafî ayırım hemen bütün kaynaklarca benimsenmiştir. Ortadaki dağlık kesim veya yüksek yaylalar kısmı, genellikle kuzeyden güneye olmak üzere, Safed ve Nazareth (Nasıra) şehirleri ile Tabor dağının bulunduğu Galilee (Celîle) bölgesi; ortada, Nablus şehrinin bulunduğu ve batıda Kermil dağına kadar uzanan Samaria (Samiriye) bölgesi; daha güneyde, Şeria nehrinin Ölüdeniz’e döküldüğü yerden başlayıp Kudüs, Beytlehem (Beytülahm) ve Hebron (Halilürrahman) şehirlerinin [içinde] bulunduğu Judea (Yahudiye) bölgesi ve daha güneyde de Beersheba (Bi’rüssebi‘) şehrinin bulunduğu Necef çölü olmak üzere dört kısma ayrılır.
Sahip olduğu verimli topraklar ile stratejik konumu yanında üç semavi din için de sahip olduğu önem dolayısıyla pek çok kavim bu topraklara hâkim olmak istemiştir. Bölgenin bilinen ilk yerleşimcilerinin M.Ö. 5.000’lerde Filistin’e gelen ve bir Sami kavmi olan Amâlikalar’dır. M.Ö. 3.000’lerde bölgede Sami ırkından olan Kenanlılar, Fenikeliler ve Aramiler hüküm sürmüştür ki bu dönemde Filistin ‘’Kenan Diyarı’’ olarak anılmaya başlanmıştır. Kudüs şehrini de Kenanlılar’ın bir kolu olan Yebüsler’in kurduğu düşünülmektedir. Filistinlilerin atası olan Fiist’lerin M.Ö. 1.200’lerde bölgeye geldiği ve yerli halk ile karıştığı değerlendirilmektedir. Yine aynı dönemde Mısır’da firavun zulmünden kaçan ve Hz. Musa öncülüğünde buraya gelen İsrailoğulları M.Ö. 1.100’lerde ilk İsrail devletini kurmuşlardır. Bu ilk İsrail Devletinin kurucusu olan Kral Talut’un yerine geçen Hz. Davud Kudüs’te bir saray yapıp burayı devletin başşehri konumuna getirmiştir. İsrail Devleti altın çağını ise Hz. Davud’un oğlu olan Hz. Süleyman dönemlerinde yaşamıştır.
Hz. Süleyman’dan sonra Devlet, İsrail ve Yahuda krallıkları olmak üzere ikiye ayrılmışsa da her iki devlet de uzun ömürlü olamamıştır. İlki M.Ö. 721 de Asurlular tarafından diğeri M.Ö. 586 ‘da Babilliler tarafından yıkılmış ve İsrail halkının çoğunluğu Babil kralı tarafından Mezopotamya’ ya sürülmüştür.
İsrail oğullarının Filistin’e dönüşleri M.Ö 539’da bölgeyi ele geçiren Pers kralı Kyros sayesinde olmuştur. Bölge daha sonra M.Ö. 334’te Büyük İskender ve M.Ö 63’te Roma istilasına uğradı. Filistin halkı M.S. 70,115-117 ve 132-135 yıllarında Romalılar ’a karşı 3 kez isyan ettiler ama isyanlar sonucunda başarısız olup bölgeden sürüldüler. M.S 312’ de Romalılar Konstantinos önderliğinde Hristiyan olunca bu bölge yani Kudüs daha da önem kazandı ve Hristiyan geleneklerine göre düzenlendi. M.S. 395 yılında Roma ikiye ayrılınca Filistin bölgesi Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) yönetimine girdi. 611-629 yılları arasında Filistin Sasani hâkimiyetine girse de tekrar Doğu Roma Hakimeti altına lındı. Halife Hz. Ebubekir döneminde 634 yılında yapılan Yermük Savaşı ile Filistin toprakları Müslümanlara açıldı ve peşinden 637’de Hz. Ömer döneminde Kudüs fethedildi. Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye’nin Aşkalon’u almasıyla Filistin’in fethi tamamlandı. Arapların Filisti’e iskânına Emeviler dönemine başlandı. Emeviler’den sonra yönetime gelen Abbasiler de Filistin’e hâkim oldular. Bölge 868-905 yılları arasında Türk Devletleri olan Tolunoğulları ve 935-969 yılları arasında İhşidilerin (935-969) nüfuzu altına da girdi. 969 yılında Fatimiler Filistin’e hâkim olmayı başardılar. Filistin 1099’da Haçlı istilasına uğradı ve 1187’ de Selahhaddin Eyyubi’nin zaferine kadar Haçlı yönetiminde kaldı. Eyyubi yönetiminden sonra bölge kurulan Memluk Devleti’nin idaresinde girdi. Memlukler zamanında yeni bir idarî teşkilatlanmaya gidildi ve Filistin Dımaşık’a (Şam) bağlandı. Memluk döneminde burada Müslüman nüfusu yoğun bir şekilde yaşanmıştır. Filistin, Yavuz Sultan Selim’in 1516 Mercidabık Savaşında Memlüklüleri yenmesi ile birlikte Osmanlı hâkimiyetine girdi ve 1918’e kadar yaklaşık 400 yıl boyunca bölge Osmanlı idaresinde kaldı.
Osmanlı döneminde bölge ilk kez Filistin olarak anılmaya başlanmış ve Arz-ı Filistin ismi kullanılmıştır. Bölge idarî bakımdan Şam eyaletine bağlı Kudüs, Gazze, Nablus ve Safed sancaklarına ayrıldı. Merkezî idarenin zayıf olduğu zamanlarda genellikle Akka’yı merkez edinen emirler ayaklanır ve idareyi ellerine alırlardı. Napolyon Bonapart 1799’da Mısır’ı ve Yafa’yı işgal ederek Akka’yı kuşatıp Safed ve Nasıra’ya kadar ilerlemişse de Cezzar Ahmed Paşa karşısında tutunamamış ve çekilmeye mecbur kalmıştır. 1832 yılında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından ele geçirilen Filistin, 1840’ta İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla tekrar Osmanlı idaresine girmiş, fakat bundan böyle büyük devletlerin ilgi odağı olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, 11 Aralık 1917’de General Allenby kumandasındaki İngiliz ordusu Birüssebi‘yi Kudüs’ün düşüşünden sonra İngilizler Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının tamamını ele geçirdiler.
Milletler Cemiyeti’nin 24 Temmuz 1922 tarihli kararı ile Ürdün ve Filistin, İngiliz Mandasına girdi. İngiliz manda yönetimi altında bölgede sonu gelmeyen çatışmalar ve hâkimiyet kurma çabaları başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın iki kutba ayrılması ve soğuk savaşın başlaması ile elindeki patlamaya hazır bombalardan kurtulmak isteyen İngiltere, 15 Mayıs 1948 tarihinde manda yönetimini sonlandırdı. İngiltere benzer şekilde, kendi yarattığı ve baş edemediği sorunlu bölgeleri aynı dönemde terk ederek, bölge insanlarını kaderlerine terk etti. 1960’da terk ettiği Kıbrıs da bu bölgelerden birisidir ve İngiltere’nin yarattığı sorun benzer yerler gibi halen devam etmektedir.
İngiliz manda yönetiminin bitmesinden bir gün önce 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kuruldu. Bu devletin kurulması sırasında ve sonrasında yaşananlar Filistin sorunun bir kangren haline gelmesine neden oldu.
Yahudilerin Filistin’e Göçleri
Filistin Sorunu: Dünü, Bu Günü, Belirsiz Geleceği. XIX. yüzyıldan itibaren özellikle Kudüs’te yoğun olmak üzere çeşitli Hıristiyan mezhepleri bütün kurumları ile birlikte ortaya çıkmaya başladı. Aynı yüzyılın sonlarına doğru, bir çok ülkede dağınık durumda yaşayan Yahudiler arasında devamlı yerleşmek üzere “Siyon”a (dünyada cenneti sembolize eden topraklar, Filistin) dönmelerini savunan Siyonizm doğdu. Bu siyasi hareketi başlatan Theodor Herzl, 1897’de Basel’de toplamayı başardığı Birinci Dünya Siyonist Kongresi’nde Siyonizmin programını, “Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” şeklinde açıkladı. Yine aynı dönemde gelişen Antisemitizm, özellikle 1880-1890’larda Rusya’da Yahudilere yapılan zulüm bu harekete güç verdi ve 1882-1903 yılları içinde, “Aliyah” adıyla anılan, Filistin’e ilk önemli Yahudi göçü gerçekleşti. İkinci Aliyah ise 1905-1914 yılları arasında yaşandı ve göçmenler özellikle Hayfa’dan Gazze’ye uzanan kıyı bölgesine sistemli bir biçimde yerleştiler. 1909’da Yafa’nın kuzeyinde Tel Aviv yepyeni bir Yahudi şehri olarak ortaya çıktı. Bu göçlerle birlikte, 1881’de 14.731 olan Yahudi nüfusu 1901’de 23.662’ye ve 1914’te de 38.754’e ulaştı.
Osmanlı yönetimi Filistin’de Yahudi varlığını tanımış ve zaman zaman göçlerine izin vermiş olmasına rağmen bölgede çok önceden beri mevcut olan “Yishuv” isimli bir yahudi topluluğu vardı. Osmanlı vatandaşlığında bulunan bu küçük topluluk, yerli halkla kaynaşmış Sefarad Yahudiler ile sonraki göçlerle gelip yerleşen Eşkenaz Yahudilerinden oluşuyor ve bunların pek azı ticaretle, çoğu da dünya Yahudilerinin gelenekleşmiş bağışları ile geçiniyordu. Siyonizm hareketi ortaya çıktığı zaman Siyonist liderleri önce II. Abdülhamid ile daha sonra da iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki ile müzakerelere oturdular. Filistin’de bir Musevi yurdu kurulması için izin isteyen Siyonistler ilk defa Osmanlı hükümetine belirli bir meblağ karşılığında Filistin’i satın almayı, ardından da Düyun-ı Umumiyye’nin kendileri tarafından konsolidasyonunu teklif ettiler. Theodor Herzl başkanlığında bir heyet iki defa II. Abdülhamid nezdinde girişimde bulundu ve Herzl 1901’de sultanla görüştü. Padişah, zulümden kaçan Yahudilere Osmanlı topraklarında yerleşme müsaadesi vermekle birlikte Filistin’de yurt kurmaları yolundaki tasarıyı kabul etmedi; Filistin’de toprak satın almalarını yasaklamak, hac maksadıyla Kudüs’ü ziyaret edeceklere sadece geçici izin vermek, vize koymak gibi uygulamalar getirdi.
II. Abdülhamid’den istedikleri tavizleri alamayan Siyonistler 1908 devrimini bir ümit ışığı olarak gördüler. Başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı yeni hürriyet anlayışıyla önceleri olumlu bir yaklaşım içine girdi ve II. Abdülhamid’in Kudüs’ü ziyaret edeceklere geçici olarak uyguladığı “Kırmızı Tezkere” adı verilen izin belgesini kaldırdığı gibi Filistin’de toprak satın almayı da serbest bıraktı. Fakat bu durum uzun sürmedi; özellikle 31 Mart olayından sonra azınlıkların bağımsızlık ve ayrılma yönünde faaliyetlerini arttırmaları, bu arada Siyonistlerin çabalarını Filistin’de kolonileşme yönünde planlı bir şekilde sürdürmeleri, imparatorluğun bütünlüğünü temel kaygı edinmiş İttihatçı yönetimi kuşkulandırdı ve bu sebeple çeşitli yeni kısıtlamalar yürürlüğe kondu. İttihat ve Terakki’nin Siyonizm karşısındaki bu tutumunun ilk ve en önemli sebebi, milliyetçilik akımlarının imparatorluğun bütünlüğünü tehdit ettiği bir dönemde yeni bir ayrılıkçı hareketin doğmasına izin vermek istememeleriydi. Fakat korktukları bir başka cepheden başlarına geldi. Bu dönemde bağımsızlık güdüsüyle ve özellikle Suriye ve Lübnan’da etkin gizli cemiyetlerin bünyesinde bir Arap milliyetçiliği gelişti. Bu hareket içinde yer alanlar, Filistin’de Osmanlı hâkimiyetinin Siyonist hâkimiyetiyle değişmesini kesinlikle istemiyorlardı. Bu arada Siyonistlerin Filistin’de başlattıkları kolonizasyona engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve Filistin’e Musevi göçünü durduramayan Osmanlı yönetimini şiddetli bir şekilde protesto ediyorlardı. Bundan dolayı Osmanlılara karşı Arap milliyetçiliği davasını güdenlerin başında Filistinlilerin bulunması bir tesadüf değildi. Filistinlilerin tepkileri çerçevesinde basın organlarının da gelişmesi ve özellikle bunlardan birinin Filistin adını taşıyıp okuyucularına “Filistinliler” diye hitap etmesi ayrıca kayda değer. Bu sıralarda Arap tepkilerini en fazla çeken ve zamanla milliyetçi bir harekete dönüşen gelişmelerden biri de bütün yasaklamalara rağmen Yahudi toprak kazanımının artışıydı. Daha 1901’de toprak alımı temel maksadıyla kurulan Yahudi Millî Fonu gibi çeşitli Siyonist kuruluşlar Filistin’e para akıtıyorlar, paranın cazibesine kapılan bazı Arap mülk sahipleri de ellerindeki toprakları satıyorlardı. Çeşitli iç ve dış gailelerle meşgul olan merkezî hükümet ise bu gelişmelere engel olamıyordu. Sonuçta Siyonist yerleşimine karşı Arap milliyetçiliği harekete geçti. Arap ve Yahudi milliyetçiliklerinin çatıştığı Filistin’deki karmaşayı arttıran bir diğer önemli unsur da bu stratejik bölge üzerinde farklı çıkarları bulunan Avrupalı güçlerin işin içine girmesiydi. Böylece Osmanlı Devleti dağıldığında bu nüfuz bölgelerine dayanarak imparatorluğun mirasını aralarında paylaşabilecekleri bir ortam hazırladılar.
Birinci Dünya Savaşı sırasında çıkarları çatışan İngiltere ve Fransa, savaş sonrası için gizli paylaşım planlarını 1916 Mayısında hazırlamışlardı. Sykes-Picot Antlaşması adıyla bilinen bu plana göre Araplara bağımsız devlet kurmak üzere vaat edilen topraklar belli bir çizgiden sapılarak İngiliz ve Fransız nüfuz alanları şeklinde ikiye ayrılıyor, çıkarların uzlaşamadığı Filistin toprakları için ise milletlerarası bir idare düşünülüyordu. İngilizlerin Arapları vaatlerle aldatışının bir başka göstergesi de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un 2 Kasım 1917’de, Filistin’de yurt edinmek isteyen Siyonist Dernekleri Federasyonu adına Lord Rotschild’e yazdığı “Balfour Bildirisi” denilen mektup oldu. Bu belgede, İngiltere’nin Filistin’de Yahudi halkı için bir yurt kurulmasını olumlu karşıladığı, bunun orada mevcut Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına bir zarar getirmeyeceğine inandığı ve bu hedefin tahakkukunu kolaylaştırmak için elinden gelen gayreti göstereceği belirtiliyordu. İngiltere’nin henüz tasarruf yetkisine sahip olmadığı bir bölgede Yahudilere yurt vermeyi vaat ettiği bugünlerde Filistin nüfusunun % 90’ı Arap’tı ve toprakların da ancak % 2’si Yahudi mülkünde bulunuyordu. Bu çarpıklığa rağmen İngiltere Araplara bu vaadin bir Yahudi devleti kurmak anlamına gelmediği, bağımsız bir tek Arap devletine imkân tanınacağı yolunda teminat verdi.
İngiltere, Temmuz 1920 tarihinden itibaren Filistin’de bir sivil manda yönetimi kurdu ve bölgeyi gönderdiği bir yüksek komiser vasıtasıyla yönetmeye başladı. Hemen ardından Yahudilerin Filistin ile tarihi bağları olduğunu ve dolayısıyla yeniden yurt edinmeye hakları bulunduğunu ileri süren Balfour Bildirisi’ni manda hukukunu belirleyen metne dâhil etti; ayrıca göçle gelen Yahudilere toprak edinme imkânı sağlayacak maddeler ekledi. Milletler Cemiyeti’nin manda yönetimleri için öngördüğü şartlara tamamen aykırı olan yönetim Filistin’de hukuk dışı bir gelişmenin de başlangıcı oldu. Bundan sonra göçler daha da hızlandı ve Yahudi nüfusu 1925’te 104.000’e ulaştı. Buna karşılık Araplar da İngiltere’nin daha önce kurulacağına dair teminat verdiği bağımsız Arap devleti için harekete geçtiler. 1920’den itibaren bölgede gittikçe şiddetlenen ayaklanmalar ve Yahudi-Arap çatışmaları başladı. Takiben 1928, 1929 ve 1933’te daha çok mahalli çapta bazı ayaklanma ve çatışmalar meydana geldi; ancak Araplar arasında bir birlik ve beraberlik sağlanamadı.
1933’te Nazilerin iktidara gelmesi üzerine Almanya’da Yahudi düşmanlığının artması, Yahudiler lehine bir dünya kamuoyunun oluşmasına sebep oldu. Nazi zulmünden kaçanların başlattığı yeni bir göç dalgası sonucu üç yıl içinde Filistin’deki Yahudi nüfusu Arap nüfusunun üçte birine yaklaştı. Ülkelerinin yavaş yavaş elden gittiğini gören Araplar çeşitli gizli dernekler kurarak mücadeleye başladılar; bunların en önemlileri Yeşil El, Kara El ve Cihâd-ı Mukaddes örgütleriydi. Çeşitli bölgelerde kurulan millî komiteler bir araya gelerek 25 Nisan 1936’da ilk büyük direniş teşkilâtı olan el-Lecnetü’l-Arabiyyetü’l-ulyâ li-Filistîn’i teşkil ettiler ve başkanlığına da Kudüs Başmüftüsü Emin el-Hüseyni’yi getirdiler. Aynı şekilde Yahudiler de Araplara karşı teşkilatlandı. Özellikle bütün Filistin’e yayılan Haganah adlı örgüt İngilizlerden büyük destek ve müsamaha görüyor, hatta askerî kanadı İngiliz subayları tarafından eğitiliyordu. Böylece karşılıklı çeşitli örgütlerin ortaya çıkmasıyla birlikte 1933’ten sonra taraflar arasındaki çatışmalar arttı.
Araplar, 1936’da büyük bir isyan başlattı. Beş ay kadar devam eden isyan sırasında Milletler Cemiyeti’nin baskısı ile İngiltere konuyu çözmek için harekete geçti ve İngiliz Kraliyet Komisyonu bölgede yaptığı incelemelerden sonra 1937’de sunduğu raporda Filistin’de manda idaresinin işlemeyeceği ortaya konuldu ve ayrı ayrı Arap ve Yahudi devletlerinin kurulması gerektiği savunuldu. Kudüs ve çevresinin milletlerarası idare altında olmasını öngören bu plan her iki taraf da karşı çıktığı için uygulanamadı. Araplarla Yahudiler arasındaki çatışmalar 1937-1939 yılları arasında had safhaya ulaşınca İngiltere tarafları uzlaştıracak bir çözüm yolu bulmak amacıyla Şubat 1939’da Londra’da bir konferans topladı; bir sonuç alamayınca da yayımladığı “Beyaz Kitap”ta yeni bir plan önerdi. Bu plana göre on yıl içinde iki uluslu bağımsız bir Filistin Devleti kurulacak ve Araplarla Yahudiler yönetimde ortak pay sahibi olacaklardı; ayrıca göçmenlere toprak satışı kısıtlanacak, ilk beş yıl için Yahudi göçü 75.000 kişiyle sınırlandırılacak ve 1944’ten sonraki göçler de Arapların onayına ve iznine tabi tutulacaktı.
Plan hayata geçme fırsatı bulmadan İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş yıllarında Araplar içindeki ılımlılarla radikaller arasındaki anlaşmazlıklar kopma noktasına geldi. Siyonist teşkilâtı Mayıs 1942’de Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlediği konferansta Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulması için mücadele edildiğini ilk defa resmen açıkladı. Bu sıralarda gizli Yahudi ordusu hüviyetini kazanmış bulunan Haganah, bir yandan İngiliz ordusundan silâh kaçırırken öte yandan da Avrupa’dan kaçan Yahudileri gizlice Filistin’e yerleştirme faaliyetlerini sürdürüyordu. Siyonist liderlerin çabalarıyla Amerika Birleşik Devletleri başkanı, 1945’te Avrupa’dan kaçan 100.000 Yahudi’nin Filistin’e yerleştirilmesini istedi. Amerikalılarla İngilizlerden oluşan bir komisyon 1946’da Filistin’de incelemelerde bulunduktan sonra bu göçün yapılabileceğini bildirdi; ancak şiddete yol açacağı endişesiyle Filistin’in bağımsızlığına veya taksimine karşı çıkarak bunun yerine İngiliz denetiminde iki uluslu tek bir devlet kurulmasını önerdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni durum sonucu İngiltere 1946’dan itibaren Filistin’de sıkıyönetim uygulamaya başladı. Bu şekilde de karışıklıkları durduramayınca konuyu Birleşmiş Milletlere götürdü. Genel kurulun oluşturduğu özel bir komite, 1947’de bir ekonomik birlik altında bölgenin iki halka bölünmesini öneren eden bir rapor hazırladı. Raporun arkasından BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı kararla Filistin’in taksimini kabul etti. Karara göre Filistin toprakları Kudüs hariç yedi bölgeye ayrılacak ve bunlardan üçü Yahudilere, üçü de Araplara verilecekti. Yedinci bölgeyi oluşturan Yafa sahil kesimindeki Yahudi bölgesi içinde ayrı bir parça olarak Araplarda kalacak, Kudüs ve çevresi ise milletlerarası bir statüye kavuşturulacaktı. Bu plan uygulandığı takdirde büyük kısmı verimli arazi olmak üzere Filistin topraklarının % 56,47’si Yahudilerin eline geçiyordu; halbuki göçlere rağmen Araplar hâlâ büyük çoğunluğu oluşturuyorlardı. 1946 sayımına göre Filistin’in toplam nüfusu 1.942.349 idi ve bunun 1.175.196’sını Müslümanlar, 602.586’sını Yahudiler, 148.910’unu Hıristiyanlar, 15.657’sini de diğer unsurlar meydana getiriyordu. Bu durumda Yahudiler nüfusun % 31’ini teşkil ettikleri halde ülke topraklarının yarıdan fazlasına sahip oluyorlardı.
Yahudilere önemli avantajlar sağlayan ve Filistin topraklarının büyük kısmını ele geçirmelerine resmen izin veren bu adaletsiz planı Araplar kabul etmeyerek terör faaliyetlerini arttırdılar. İngilizler tarafları uzlaştıracak yeni bir formül arayışına girmedikleri gibi manda yönetiminin 15 Mayıs 1948’de sona ereceğini açıkladılar. Taksim kararını benimseyen Yahudiler ise derhal kendilerine ayrılan bölgeleri işgale başladılar. Buralarda yaşayan Arapları ya öldürdüler ya da terör yoluyla göçe zorladılar. Nihayet İngiliz manda idaresinin sona ereceği 14-15 Mayıs gece yarısından birkaç saat önce Tel Aviv’de İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilân ettiler. Daha önce bağımsızlık kararından haberdar edilmiş bulunan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Truman tam on bir dakika sonra, Sovyetler Birliği de ertesi gün bu devleti tanıdıklarını açıkladılar.
Çözümsüzlüğün Zirve Noktası: İsrail Devleti
İsrail Devleti’nin kurulmasından birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail’e savaş açtı ve Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçti. Böylece Arap-İsrail veya Filistin-İsrail sorunu devletlerarası bir statüye taşınmış oldu.
İki kutuplu dünya düzeni içinde Arap tarafın genelde Sovyetler Birliği ve İsrail tarafı ABD liderliğindeki Batı bloğu tarafından destek gördü. Her iki tarafından aşırı milletçi ve dindar unsurlarının kendi çözümleri dışında çözüme yanaşmamaları, Ortadoğu’yu müstakbel bir dünya savaşının fitili durumuna getirdi. 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında ateşlenen fitil, güçlükle söndürülebildi.
Filistin Direnişinin Sembolü El-Fetih ve Filistin Kurtuluş Örgütü
Mısır lideri Cemal Abdünnâsır, Nâsır’ın Süveyş Kanalı’nı millîleştirmesi üzerine çıkarları tehlikeye giren İngiltere ve Fransa Mısır’a savaş açtı. Bu arada İsrail de onların yanında yer alarak Ortadoğu’da önemli bir askerî güç olduğunu ortaya koydu; ayrıca Gazze’yi de işgal edip İlk Filistin Direniş kuruluşu olan Fedâyîn Örgütü’nü dağıttı. Bunun üzerine Kahire’de mühendislik öğrenimi görürken Süveyş Kanalı’nda İngiliz birliklerine karşı saldırılara katılan Yaser Arafat tarafından 1958’de Küveyt’te, Filistin direniş örgütlerinin ikincisi olan el-Fetih kuruldu.
El-Fetih kısa süre içinde Filistin kökenli iş adamları ile aydınları bünyesinde topladı ve bir taraftan siyasî faaliyetlere girişirken bir taraftan da Cezayir’de komando eğitimi başlattı. Filistin’in ancak Filistinliler’ce kurtarılabileceğini savunan El-Fetih’in faaliyetleri, Filistin meselesini kendi çıkarları için kullanmaya çalışan bazı Arap ülkelerini rahatsız etti. Arap dünyasının Filistin konusuna bakışı dün olduğu gibi bu günde değişmedi. Konu Arap birliği veya Filistin halkının refahından öte ülke çıkarları olageldi.
Arap dünyasındaki bu bölünmüşlüğe rağmen Kudüs’ün Arap kesiminde 28 Mayıs-3 Haziran 1964 tarihleri arasında Filistinlilerin ilk büyük kongresi yapıldı. Başkanlığını Ahmet Şükayri’nin yaptığı bu kongre Filistinlilerin ilk millî meclisi sayılmaktadır. Kongrede Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu ve yirmi dokuz maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi. Bu isim bile adı konulmasa ve açığa vurulmasa da Filistin özgürlük hareketinin Türk Milli Mücadelesinden etkilendiğini göstermektedir. Mili Misak’ta İngiliz manda yönetimi zamanındaki Filistin toprakları Arap vatanı sayılarak kurtarılması meşru savunma kabul edildi. Bu bakımdan Millî Mîsâk, 1917 Balfour Bildirisi ile 1947’deki taksim planını geçersiz saymış oluyordu. Fakat merkezi Kahire’de bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü daha ilk günden itibaren Arap ülkelerinin kontrolüne girdi. Bunun üzerine yalnız bağımsız Filistinli kimliğiyle mücadelede başarılı olunabileceğini savunan el-Fetih ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında bir rekabet başladı.
Her geçen gün kuvvetlenen el-Fetih örgütü 1965 yılı başlarından itibaren İsrail’e karşı silahlı mücadeleye girişti. İsrail hem el-Fetih gerillalarının harekâtına son vermek, hem de arz-ı mev‘ûdu ele geçirmek için 5 Haziran 1967’de saldırıya geçti. Atı gün süren savaş içinde Mısır’a ait Sina yarımadasını, Suriye’ye ait Golan tepelerini, Ürdün’ün yönetimindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü ve Filistin’in Gazze Şeridi’ni işgal etti. B.M. Güvenlik Konseyi’nin, işgal edilen topraklarda halka insanî muamele yapılması ve yurtlarına dönmek isteyenlere izin verilmesi yolunda aldığı 14 Haziran 1967 tarihli kararı uygulanamadı.
Batı Şeria’nın İsrail işgaline uğraması Filistinliler için büyük bir darbe oldu. Savaşın sona ermesinden iki hafta sonra Şam’da toplanan el-Fetih merkez komitesi, Arafat’ın ısrarlarıyla İsrail’e karşı terör eylemlerinin arttırılmasına karar verdi. Fakat İsrail’in karşı tedbir alması üzerine Batı Şeria’da tutunamayan Arafat ve gerillaları Ürdün topraklarına çekildiler; İsrail de onları takip ederek gizlendikleri yerleri bombaladı. Filistinli gerillalar, 1968 sonundan itibaren İsrail toprakları dışındaki Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail hedeflerine saldırılar düzenleyerek dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye başladılar. George Habaş’ın lideri olduğu Marksist Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi örgütünün 22 Temmuz 1968’de gerçekleştirdiği ilk uçak kaçırma eylemiyle de İsrail işgaline karşı başlatılan Filistinlilerin mücadelesi yeni bir boyut kazandı.
el-Fetih örgütünün İsrail’e yönelik direnme hareketlerinin başarısızlığı Filistin Kurtuluş Örgütü’ne de tesir etti. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sürgündeki hükümet rolünü oynayan millî konseyi ise el-Fetih ile birleşmeye karar verdi. 1-5 Şubat 1969 tarihlerinde Kahire’de yapılan toplantıda on bir üyeli yeni bir yürütme komitesi seçildi; üyelerden dördü el-Fetih, ikisi Saika, biri Filistin Kurtuluş Örgütü mensubu, üçü bağımsız, biri de Filistin Milli Fonu temsilcisiydi. Yeni yürütme komitesi başkanlığa Yaser Arafat’ı seçti. Filistin Millî Konseyi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını reddederek barışın ancak Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin eşit olduğu, Siyonist ırkçılıktan arınmış hür ve demokratik bir Filistin devletinin kurulmasıyla tesis edilebileceğini açıkladı. Böylece Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), el-Fetih’in kontrolüne girdikten sonra karşı koyma faaliyetleri yeniden tırmanışa geçti ve başta Kudüs olmak üzere İsrail işgali altındaki Arap topraklarında sabotaj faaliyetleri arttı.
1973 Savaşı, İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları geri almak amacıyla 6 Ekim günü Mısır’ın Süveyş Kanalı’ndan, Suriye’nin de Golan tepelerinden saldırıya geçmesiyle başladı. Ancak kârlı çıkan taraf yine, Kahire’nin 100 km. yakınına kadar ilerleyen İsrail oldu ve Mısır ile Suriye’den toprak elde etti. İsrail savaştan sonra tutumunu daha da sertleştirdi; bunun birinci sebebi bir terör örgütü kabul ettiği Filistin Kurtuluş Örgütü ile müzakereye yanaşmaması, ikincisi de toprak tavizi verebilmek için birtakım siyasî avantajlar sağlamak istemesiydi.
29 Ekim 1974’te Rabat’ta toplanarak FKÖ meselesini görüştü. Yayınlanan bildiride örgütün, İsrail işgali altındaki topraklarda ve bu toprakların dışında yaşayan 3 milyon Filistinlinin tek meşru temsilcisi olarak kabul edildiği açıklandı. Filistin halkının anavatanına dönme, kendi geleceğini belirleme (self determinasyon) ve kurtarılan herhangi bir Filistin toprağında örgütün yönetimi altında bağımsız bir millî otorite kurma hakları teyit edildi. Bu karar ile FKÖ Arap Camiasında Filistin davasının tek ve resmi savunucusu olarak kabul edilirken bu gerçeklik 14 Ekim 1974 tarihli B.M.Genel Kurul toplantısında da kabul edildi. 22 Kasım 1974 tarihinde de BM Genel Kurulunda Filistin halkının selfdeterminasyon, millî bağımsızlık ve Filistin içinde hâkimiyete sahip olma haklarını tanıdı; ayrıca FKÖ’ne Birleşmiş Milletler’in bütün toplantılarında bulunmak üzere gözlemci statüsü verdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimini Jimmy Carter’in kazanmasıyla Filistin meselesi yeni bir safhaya girdi. Filistin halkına Batı Şeria ile Gazze’de bir yurt sağlanması görüşünü işlemeye başladı. Bu şartlar içinde, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat o güne kadar düşünülmesi dahi mümkün olmayan bir harekete girişti ve Arafat’ın da hazır bulunduğu bir toplantıda barışı sağlamak için İsrail’e gidebileceğini ve parlamentoda konuşabileceğini söyledi. Enver Sedat, yoğun Arap tepkilerine rağmen 19-21 Kasım 1977 tarihleri arasında Kudüs’ü ziyaret etti ve İsrail parlamentosunda yaptığı uzun konuşmada, Filistin halkının kendi devletini kurma ve self determinasyon hakkı dâhil temel haklarının kabul edilmesini istedi.
Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri kapsamlı bir Ortadoğu barışı yerine ilk adım olarak öncelikle Mısır-İsrail arasında barış sağlanması için harekete geçti. Bu ikili barışla birlikte Batı Şeria ve Gazze için de geçici bir düzenleme yapılacaktı. Uzun diplomatik tartışmalardan sonra Başkan Carter, Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Begin’i 17 Eylül 1978 günü Beyaz Saray’ın yazlığı Camp David’de bir araya getirdi. Burada biri Ortadoğu İçin Çerçeve Antlaşması, diğeri Mısır-İsrail Barışı İçin Çerçeve Antlaşması adını taşıyan iki ön antlaşma imzalandı; bunların ikisi de kesin barış antlaşması değildi ve sadece meselelerin çözümlerinde esas alınacak noktaları belirliyordu. Bu çerçeve antlaşmalarında Filistin sorununa geniş yer verilmiş ve bütün yönleriyle ele alınacağı müzakerelere Mısır, İsrail, Ürdün ve bu topraklarda yaşayan Filistin halkının temsilcilerinin katılması öngörülmüştü. Müzakereler üç aşamalı olacaktı. Birinci aşamada Batı Şeria ve Gazze halkı, yapacağı seçimle İsrail askeri yönetiminin yerini almak üzere beş yıllık bir özerk yönetim oluşturacaktı. İkinci aşamada İsrail askerlerinin çekilmesiyle birlikte beş yıllık süre başlayacak ve bu arada özerk yönetim kendi güvenlik teşkilatını kuracak, üçüncü aşamada ise bu dönemin ilk üç yılı geçtikten sonra Batı Şeria ve Gazze’nin nihai statüsünü belirleyecek müzakerelere başlanacaktı. Camp David’de imzalanan antlaşmalara Araplar büyük tepki gösterdiler. İlk sert tepki Yaser Arafat’tan geldi ve bunları “kirli bir iş” olarak nitelendirip Enver Sedat’ın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bunun bedelini ödeyeceklerini söyledi. Batı Şeria Araplarının liderleri 1 Ekim 1978’de, Gazzeli liderler de 18 Ekim’de milli kurtuluş hareketine darbe indirdikleri gerekçesiyle antlaşmaları tamamıyla reddeden birer bildiri yayımladılar. 5 Kasım’da Bağdat’ta toplanan Arap ülkeleri FKÖ’nün Filistin halkının tek temsilcisi olduğunu ve sonuna kadar destekleneceğini ilân ettiler.
Amerika Birleşik Devletleri’nin girişimleri sonrası Mısır-İsrail barış antlaşması 26 Mart 1979’da Sedat ve Begin tarafından Camp David’de imzalandı. böylece İsrail’in Sina’dan çekilmesine karşılık Mısır da İsrail Devleti’ni tanımış oldu. Fakat FKÖ ve Arap ülkeleri bu antlaşmaya büyük tepki gösterdiler. Mısır-İsrail barışı Filistin’e özgürlük getirmezken, Filistinlilerin eylemlerinin artmasına neden oldu. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun girişimleri de sonuçsuz kaldı.
Ronald Reagan’ın Kasım 1980 seçimlerini kazanmasından Amerika Birleşik Devletleri’nin Filistin politikası tamamen değişti. Başkan Reagan, İsrail’in Ortadoğu’da Amerika’nın yararına bir kuvvet oluşturduğunu ve Yahudi yerleşimlerini hukuka aykırı sayan eski başkan Carter’in görüşüne katılmadığını açıkladı. Bundan sonra İsrail Lübnan’daki FKÖ kamplarına karşı saldırılarını arttırdı. Örgütü Lübnan’dan söküp atmak için 6 Haziran 1982’den itibaren Lübnan’ı işgale başladı. FKÖ, 21 Ağustos-1 Eylül 1982 tarihleri arasında Beyrut’u terk etti; Arafat da 30 Ağustos’ta ayrılarak karargâhını Tunus’a kurdu. Filistinli gerillalardan 600’ü Cezayir’e, 1000’i Tunus’a, 6450’si Suriye’ye, 130’u Irak’a, 260’ı Ürdün’e, 850’si Kuzey Yemen’e ve 1100’ü de Güney Yemen’e yerleşti.
Batı Şeria ve Gazze’de Aralık 1987’den itibaren İsrail askerlerine karşı silah olarak yalnız taşın kullanıldığı bir mücadele (İntifada) başladı. Arafat, ABD’nin örgütü tanımasını sağlamak
için yeni bir yola başvurdu ve Filistin Milli Konseyi 15 Kasım 1988’de Cezayir’de yaptığı toplantıda sürgünde bağımsız Filistin Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Peşinden Arafat 14 Aralık 1988’de İsrail’in varlığını tanıdığını ve terörizmden tamamen vazgeçtiğini açıkladı.
İsrail’de “barış için toprak” sloganıyla seçim kampanyasını sürdüren İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte Filistin meselesinde de yeni bir süreç başladı. İsrail hükümetiyle FKÖ, barış için doğrudan doğruya görüşmelere başladı. İsrail, Gazze ve Eriha’dan askerini çekeceğini açıkladı. Yaser Arafat, örgüt içindeki bazı grupların sert tepkilerine rağmen çoğunluğun desteğini alarak 9 Eylül 1993 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail’i tanıdığını bildiren belgeyi, Başbakan İzak Rabin de 10 Eylül 1993 günü FKÖ’nü Filistin halkının nyegâne yasal temsilcisi kabul ettiğini bildiren belgeyi imzaladı. Bundan sonra da taraflar 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da bir barış antlaşması imzaladı. Bu antlaşmaya göre İsrail, askerlerinin tamamını dört ay içinde Gazze ve Eriha’dan çekecek, beş yıl olarak öngörülen geçiş dönemi boyunca bu topraklarda yönetimi üstlenmek üzere Filistin Milli Otoritesi adıyla bir teşkilat kurulacak ve en geç geçiş döneminin üçüncü yılı sonunda Batı Şeria’nın tamamı ve Kudüs’ün geleceğiyle Filistinlilerin hakları çerçevesindeki diğer konular “kalıcı statü” şeklinde ele alınıp görüşmeler yoluyla halledildikten sonra ayrıca antlaşmaya dahil edilecekti. Öngörülen bu planın bir aşaması olarak 4 Mayıs 1994’te “Kahire Antlaşması” da denilen “Gazze-Eriha Antlaşması” imzalandı.
İsrail-FKÖ Barış Antlaşması, pek çok eksiğine ve bu yüzden bazı iç tepkiler almasına rağmen tarihi bir belge hüviyeti taşımaktadır. İsrail yıllardır sürdürdüğü, işgal ettiği topraklardan çıkmama ve örgütü tanımama konusundaki ısrarından ilk defa şimdi vazgeçmiştir. Arafat da yıllarca süren sürgün hayatından sonra yerleşmek üzere Gazze’ye ve daha sonra Eriha’ya ayak basmış ve onun başkanlığında tamamen Filistinli üyelerden kurulan Filistin Millî Otoritesi Gazze ve Eriha’da yönetimi ele almıştır. Ayrıca Filistinlilerden oluşturulan güvenlik kuvvetleri bu topraklarda polis görevi yapmaktadır.
Anlaşmazlıkların bazı noktalarda henüz çözülememiş olması ve gelişmelere karşı çıkan muhalif grupların engellemeleri sebebiyle zaman zaman kesintiye uğrayan görüşmeler 1995’in yaz aylarında hız kazanmış ve nihayet 28 Eylül 1995 tarihinde Washington’da masaya oturan İzak Rabin ile Yaser Arafat, Batı Şeria’nın da Filistin Özerk Yönetimi’ne devri hususunda anlaşmaya vardılar. Bu arada, siyasi çevreler ve dünya basını tarafından müstakbel Filistin Devleti’nin temeli olarak nitelendirilen antlaşmaya yine her iki tarafın da muhalif grupları karşı çıktı. Beyaz Saray’da imza töreni yapılırken Hamas ve İslami Cihad örgütleri Batı Şeria’da genel grev ilan etmişler, Halil şehrindeki aşırı sağcı Yahudi yerleşimciler de protesto gösterileri düzenlemişlerdir.
Bir Çıban Başı mı? Hamas
Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz el Rantisi ve Muhammed Taha tarafından İlk intifadanın başlangıcında 1987 yılında Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kuruldu.
Hamas 1988 yılındaki siyasi programında, Filistin’in asla Müslüman olmayanlar tarafından etrafı çevrilebilecek bir İslam ülkesi olamayacağını ifade etmekte ve Filistinli Müslümanlar için Filistin’in kontrolünü İsrail’den almak adına kutsal bir savaş vermenin dini bir görev olduğunu söyledi. Bu tespit, 1988 yılında İsrail’i tanıyan FKÖ ile Hamas’ı çatışma noktasına getirdi.
1992 yılı sonunda Gazze’de 600 cami vardı. Hamas etkileme gücünü sendikalara, üniversitelere, çarşılara, meslek örgütlerine ve 2004’te başlayan yerel siyasi mücadelelere genişletmeden önce vaazlar ve hayır işleri ile kendine sempatizan topladı.
2000 yılından 2004 yılına kadar, İsrail Dışişleri Bakanlığı’na göre Hamas, 425 saldırıda 400 İsrailliyi öldürmenin yanı sıra 2.000’den fazla sivil vatandaşı yaraladı. 2001’den 2008’in Mayıs ayına kadar ise İsrail’e 3.000’den fazla Kassam füzesi fırlatmayı denedi ve 2.500 havan saldırısında bulundu.
Hamas veya resmî adıyla İslami Direniş Hareketi Filistin Ulusal Yönetimi’nde seçimle belirlenmiş Filistin Parlamentosunda çoğunluğu elinde tutmaktadır. Sünni İslamcı siyasi bir oluşum olmasına rağmen en büyük desteği Şii İran’dan almaktadır. Bu durum Ortadoğu’da ilişkilerin ne kadar karmaşık ve iç içe geçmiş olduğunun, çözüme ve barışa ulaşmanın zorluğunun bir işareti niteliğindedir.
Son yıllarda Hamas, Filistinliler arasında popülerlik ve destek kazanmıştır; 2021 yılında yapılan bir ankette, katılımcıların %53’ü Hamas’ın “Filistin halkını temsil etmeye ve liderlik etmeye en layık olanı” olduğuna inanırken, %14’ü El-Fetih’i tercih etti. Bununla birlikte, Hamas’ın insan kalkanları kullanması, rehine alma, sivil halka yönelik şiddet ve savaşçılar ile savaşçı olmayanlar arasında ayrım yapmaması, birçok devletin Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlamasına yol açmıştır, ancak Birleşmiş tarafından terörist olarak tanımlama girişimleri başarısız olmuştur. Buna rağmen Hamas örgütü Kanada, Avrupa Birliği, İsrail, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından terör örgütleri listesine alındı. Hamas’ın askeri kanadı, İzzeddin el Kassam Tugayları, Avustralya ve İngiltere’de terör örgütleri listesinde yer almaktadır.
Aksa Tufanı
7 Ekim 2023 tarihinde Hamas, İsrail’e karşı “Aksa Tufanı” adlı büyük bir askeri operasyon başlattı. Hedefleri İsrailli siviller oldu. Karşılığında İsrail savaş hali ilan ederek askeri operasyonlara başladı. Hamas’ın saldırısı bariz ve açık bir terör eylemi olmakla birlikte, İsrail’in Hamas’a daha doğrusu Filistin halkına karşı uyguladığı orantısız güç uygulaması içeren askeri harekât da bir devlet terörü niteliğindedir. İsrail, eylemlerinden dolayı Hamas’ı değil, Filistin halkını cezalandırmaktadır. Özellikle Filistin sivil halkının yaşandığı acılar ve kıyım, Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı soy kırıma eş değer büyüklüğe ulaşmak üzeredir.
Bu çatışmalar Türkiye dâhil olmak üzere birçok İslam ülkesinin halkında ve yönetiminde Filistin-İsrail çatışması olarak algılandı ve bu kapsamda değerlendirildi. Ancak “Arap Birliği”nin Filistin sorunun başından beri bu sorunda da bir “Birlik” sergileyemediği, meshepsel ve tarikatsal güdülerinin yanında devlet çıkarları ile hareket ettiği görülmektedir.
Burada sorgulanması gereken Hamas’ın Filistin halkını ne kadar temsil ettiği ve eylemlerinin/faaliyetlerinin Filistin halkının refahına ve geleceğine ne kadar katıda bulunduğudur.
Çözüm
Yaranın kangrenleşmesinden öte kemiğe hatta iliğe kadar dayandığı bir sorunda, konunun taraftarlarının ve destekçilerinin kendi doğrularından ve haklılıklarından taviz vermediği, ortak yaşama isteğinde bulunmadığı gibi karşı tarafın yaşam hakkında bile saygı duymadığı bir gerçeklikte çözüm bulmak neredeyse imkânsız durumda.
Mevcut konjonktürde ne İsrail tarafı ne de Filistin tarafı kendi isteğinden farklı bir çözüme yanaşmayacaktır. Müslüman ülkeleri bir kenara bırakalım, Arap ülkelerinin bile Filistin konusunda birlik olamadığı bir dünya düzeninde, İsrail’in sahip olduğu Amerika Birleşik Devletleri desteği hesaba katılarak Filistin özelinde daha çok kan ve gözyaşı akıtılacağı bir gerçektir.
İsrail-Filistin gerginliğinin büyüme ve bölgeye yayılma potansiyelinin büyüklüğü asla akıldan uzak tutulmamalıdır. Söz konusu çatışma Üçüncü Dünya Savaşı adını alabilecek bir dinler arası savaşa dönüşebilmesi an meselesidir. Savaş ister Hıristiyan-Müslüman, ister Yahudi-Müslüman, ister Sünni-Şii savaşı olsun, bizim de içinde bulunduğumuz Ortadoğu özelinde ama dünya genelinde büyük bir tahribat yaratacağı yadsınamaz bir gerçektir.
Konunun muhtemel çözümünü dünya genelinde ve Türkiye özelinde düşünmek ve değerlendirmek gerekir.
Türkiye, ekonomik, askeri ve siyasi gücünü arttırmadan ve bağımsız hale getirmeden, sözde değil gerçekte ve uygulamada bölgede liderliğe ve oyun kuruculuğa yükselemez. Bunun gerçekleştirmenin birinci koşulu bir Müslüman Birliği ve bu birliğin liderliğini üstlenme beklentisinden/ütopyasından kurtulmaktır. Hilafet gibi bir kurumun veya olgunun bile sağlayamadığı İslam toplumunun mevcut mezhepsel ve mezhepler içindeki tarikatsal bölünmeye eklenen devletsel çıkarların böyle bir bütünleşmeyi imkânsız hale getirdiğinin farkına varılmasıdır. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti kendi kuruluş değerlerine dönmelidir. Bu kuruluş değerlerinin temel taşının “Laiklik” olduğuna dikkat edilerek Filistin sorununa dinsel ve mezhepsel yaklaşımdan kaçınmak gerekir. Dış politikada “Atatürk Dönemi” uygulamalarına dönülerek, ülke ve millet çıkarlarının ön plana alındığı, dünya barışı temelinde adımlar atıldığı uygulamalar benimsenmelidir. Ortadoğu bataklığında taraf olmanın “BERTARAF” olmak anlamına geleceği akıldan çıkartılmamalıdır. Filistin sorununa insanlık temelinde yaklaşılmalı, acı çeken tarafların acılarına ortak olarak, siyasi olarak tarafsızlık ilkesinde çekilen acıların sarılmasına ve insanlığın temel ilkesi olan yaşam hakkının korunmasına odaklanılmalıdır.
Dünya genelinde çözüm daha karışık ve uzun vadeli olacaktır. İlk olarak İslam inancının, Ortaçağ sonrasında Hıristiyanlığın yaşadığı gibi bir Reforma ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Çağımızın bilgi dünyasında, aranan bilgiye ulaşımın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kolay olması belki İslam dünyasında bir reform hareketinin temelini teşkil edebilir. İslam ülkelerinin çoğu yaşadığı zamanın gerçeklerinden uzak, bilime ve sorgulamaya kapılı, itaat temelli bir ütopyada yaşamaktadır. Kitleler sürü bilinci ile hareket etmekte, bireysel görüş ve fikir üretememektedir. Bu kapsamda İslam coğrafyasında modern fikirlere açık, bilimi ve sorgulama temelli, laik bir eğitim sistemi ile işe başlamak gerekir. Uzun vadede de olsa bu eğitim sistemi akılcılığı ve insanlığı ön plana çıkartarak Filistin sorunun çözümüne temel taşı olacak insanlık değerlerine ulaşmayı sağlayabilir. Bu gerçeklik ve gereklilik İsrail için de geçerlidir. İslam ülkeleri yönetimlerinin dış siyasetleri din temelinden akıl ve insanlık temeline kaydıkça, Filistin sorunu temelinde çözüm arayışları ve üretilen çözümlerin artacağı muhakkaktır.
Filistin sorununa dolaylı ve dolaysız muhatap olan ülkelerde, akılcı ve laik yöntemler uygulayan yöneticiler gelmeden sorunun çözülme olasılığı yoktur.